" Bir Cumhuriyet kadını…1920'lerde gözünü açtığı Cumhuriyet, Demokrasi ve Atatürk rüzgarlarını ölümüne kadar her daim nefesinde saklı tuttu. Hep üretmek ve paylaşmak üzere yaşadı. Çocukluk yıllarında karşılaştığı Atatürk, baba ziyaretleri ile konuk olduğu ortamlarda karşısına çıkan Nazım Hikmet, Behçet Kemal Çağlar, Münir Nurettin Selçuk, Yahya Kemal ve her birimize hala ilham veren daha niceleri O'nu sanatla, resimle, edebiyatla kuşattı. Yabancı dilden ilk müzikallerin çevirilerini yaptı. Tiyatro eserleri, öyküler.. Sonra şiirleri.. Her daim başucundaki kağıt kalemle şiir sırdaşı oldu. Resimleri 250 den fazla koleksiyonda O'nu yaşatıyor. Yılda en az iki Anadolu sergisi açmazsa huzur bulmazdı. Ya Oluşum… Cemal Süreya'nın başyazıları ile başlayan aylık edebiyat dergisi 124 sayı ile kültür tarihimizin kilometre taşlarından biri oluverdi."

Kendi notlarından

Fahrünnisa Kadıbeşegil 9 Ekim 2009’da aramızdan ayrıldı ama geriye, her bir dakikasını düşünerek, üreterek ve paylaşarak geçirdiği koca ömründen önemli anılar bıraktı. Düzenli olmayan, kütüphanesindeki değişik köşelerden parça parça çıkan bu anıların bir kısmını kendi kaleminden burada paylaşıyoruz..

İLK TÜRK KADIN MİTİNGİ [1]

Bundan bir kaç gün önce Kadın Hakları yıldönümümü kutladık. Bugün ise Türk kadınının yine onurlu bir günü Kastamonu$da kutlanmakta. “ilk Türk Kadın Mitingi”…Bundan tam 75 yıl önce gerçekleştirilen bir kadın mitingi…

Hepimizin bildiği gibi Birinci Dünya Savaşı sonrası 30 Ekim 1918 de Mondros silah bırakışması sonucu yurdun bir çok yeri düşman işgaline uğramış bir çok yerleri yakılmış, yıkılmış, kadın, çocuk ihtiyar demeden vahşice öldürülmüşlerdi. Bunun üzerine M. Kemal 19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak basması ile özgürlük mücadelesine başlamıştı. İşte o günlerde Anadolumuzun bir taşra şehri olan Kastamonu’da Kız Öğretmen Okulunda, Zekiye Hanımın başkanlığında toplanan bir grup aydın kadınımızın öncülüğünde bu olayları protesto kararı alınmıştır.

Kız Öğretmen Okulu bahçesinde üç binden fazla kadın toplanmış heyet başkanı Zekiye Hanım, okul müdiresi Hikmet, yardımcısı Zelal hanım, Fırka kumandanı Miralay Osman beyin kızı Refika hanım birer konuşma yaparak işgal kuvvetlerinin baskısını, zulmünü, vahşeti, kundaktaki bebeklerin bile süngüden geçirilmesi kınanmış ve protesto edilmiştir. Zekiye hanım konuşması sırasında “Haksızlıklara boyun eğmeyeceklerini, hakkımızı teslim etmezlerse evlatlarımızın kanlarına kendi kanımızı da katarak, erkeklerimizle bir safta dinimiz ve istiklalimiz için öleceğiz “ demiştir.
Mitingde alınan kararla; Fransa A.B.D. , Cumhurbaşkanlarının eşleri ile İngiltere, İtalya kraliçelerine telgraf çekerek, vahşete ve işgale son verilmesini istemişlerdir.
Dünyada ilk kez üç binden fazla kadının toplanarak bütün dünyaya karşı özgürlüklükleri için zalimlere başkaldırması önemli bir olaydır. Ve bu olay 10 Aralık 1919’da Kastamonu’da gerçekleşmiştir.
Bütün kadınlarımızın ve özellikle de Kastamonulu kadınlarımızın bugün orada toplantı düzenleyerek bu onurlu günü kutlamalarını gönülden kutlar onlara başarılar dilerim.
Bu günümüz kutlu olsun.

[1] Kastamonu’da açılışını yaptığı resim sergisinin açılış konuşması olduğu tahmin edilmektedir.

ATATÜRK’Ü GÖRDÜM

Babam “ haydi hazırlan yarın Yalova’ya gidiyoruz” dedi. Beşinci sınıfı bitirmiştim. O zamanlar Yalova Bursa’nın bir kazasıydı. Elbette arkadaşlarımla birlikte olmayı yeğlerdim ama babamla da çok iyi arkadaştık. Gece otobüse binerek Yalova’ya geldik. Sabah erkendi. Çay içecek bir yer bile yoktu. Çay içecek ve kahvaltı yapacak bir yer aramaya başladık. Sonunda yeni yapılmakta olan bir binanın yanında bir çay ocağı bulduk. Masa, iskemle falan yoktu. Binanın bahçesindeki bir ağacın altına oturup kahvaltımıza başladık. Çaycı da bize çay getirdi, yiyeceklerimizi koymak için bir tepsi verdi.
Biz neşeyle kahvaltımızı yedik, sonra babam çaycıyı çağırdı ve çay parası olan 5 kuruşu verdi ama çaycı 50 kuruş istedi. (Bursa-Yalova arası otobüs 100 kuruştu) Babam kızdı ve “ne parası bu” diye sorunca gençte “tepsi parası” demez mi? Tabi bu para çok fazlaydı. Babam “şimdiden soyguna mı başladınız” diyerek çaycıyı azarladı.
Neyse, biz yine yola çıktık. Termale doğru konuşa konuşa yürümeye başladık. O zamanlar araba işlemiyor. Ya yoldan geçen bir arabaya binecektik ya da yürüyecektik. İki yanı çınarlı yoldan giderken çınarlar bana sanki çok büyükmüş gibi gelmişti.
Termale geldiğimizde epey yorulmuştuk. Dinlenmek için şimdiki otelin biraz ilerisindeki bir kanapeye oturduk. Babam gazetelerini okumaya başladı. Ben de biraz dinlendikten sonra kır çiçekleri toplaya toplaya köşkün yanına kadar geldim. Köşkün etrafı o zamanlar çeşitli güllerle doluydu ben de gülleri çok sevdiğim için bahçıvandan gül istemek için ona doğru geldim. Aklım güllerde olduğu için bahçıvanın konuştuğu kişiye hiç bakmamıştım. Gidip onların yanında durdum.
Az sonra saçlarımı bir el okşamaya başladı. Başımı kaldırıp baktım, coşkulu bir sevinç yüreğimi kapladı. O Atatürk’tü.
Bana sordu;
–    Okula gidiyor musun?
–    Evet efendim,
–    Kaçıncı sınıftasın bakayım?
–    Bu yıl ilkokulu bitirdim efendim dedim.
Bana ve boyuma baktı.
–    Sen kaç yaşındasın?
–    Dokuz yaşındayım efendim dedim.
Çok şaşırdı. Ve o kadar serbest konuşmamdan kendisini tanıyıp tanımadığım kuşkusuyla
–    Ben kimim tanıdın mı, diye sordu
–    Elbette efendim. Gazi Paşasınız dedim.
Yanağımı okşadı ve sorusunu sürdürdü;
–    Baban ne iş yapıyor?
–    İlkokul öğretmeni efendim.
–    Şimdi nerede?
–    Gazetelerini okuyor
–    Haydi çağır bana onu
dedi ve ben koşarak babamın yanına geldim.
–    Atatürk’ü gördüm ve sizi de çağırıyor dedim.
Babam hemen gazetelerini topladı ve heyecanla Onun yanına geldik. Bir süre konuştular. Savaşta nerede olduğunu sordu. Sonunda;
– Sizi Ankara’ya alalım dedi.
Babamın yanıtını her zaman gururla anımsarım.
–    Teşekkür ederim ama ben yetiştireceğim evlatlarımla gurur duyacağım dedi.
Öyle de oldu. Hem kendi yetiştirdikleriyle hem de askeri lise, Darüşşafaka ve diğer okullara gönderdiği gençlerin tümü memlekete yararlı kişiler oldular.

NAZIM, NEYZEN VE DİĞERLERİ…

Çocukluğumun en güzel anılarından biri de Nazım’ı görmemdi. Yine bir gün Istanbul’a gittiğimizde babamla, arkadaşı Avukat İrfan Emin Kösemihal’e uğramıştık.Yazıhanede kabarık kızıl saçlı bir beyle yanında bir hanım vardı. Emin beyin sekreterine “kim bu amca” diye sorduğumda “Nazım Hikmet.. İyi bir şairdir. Hapisten yeni çıktı” demişti. Sonraları O’nun şiirlerini okurken hep O’nu gördüğüm günü anımsarım.
Liseyi bitirdiğimde, üniversite için babamla Istanbul’a geldiğimde Beyazıt meydanındaki kahvelerden birinde otururken Neyzen’le tanıştım. Neyi elindeydi. Konuşurken ara sıra ney  çalardı…
1951 veya 52 de İstanbul’da babamla otururken Behçet Kemal Çağlar’la tanıştım. Atatürk hayranıydı. Ben de o sıralar yeni yeni şiirler yazıyorum. Ama O’nun  o coşkulu şiirlerini dinlemek, hele de kendi uslûbuyla ayrı bir zevkti. Yine o yıllarda kocamla, Yeniköy’de davet edildiğimiz bir yalıda Yahya Kemal ve Münir Nurettin’in de davetli olduğu şiir ve şarkılarla birleşen unutulmaz bir gece geçirmiştik.
Sonraları Yahya Kemal’i Park Oteldeki odasında ziyaret etmiştim. Tam köşede adaları, boğazı ve Haliç’i gören şahane manzaralı bir odaydı.
Ahmet Cemal Emre’yi de unutmamam gerek. Odasında oturacak yer bulamazdınız her taraf; yerler, koltuklar, kitap dolu olurdu. Yazarken onlardan yararlanırdı.
Bunlar kısa ama değerli tanışlardı. Sürdüremediğime üzülürüm.

FAKÜLTEYİ BİTİRME ŞARTI İLE EVLİLİK

Bursa’ya gelen bir Avusturalyalı koyun yetiştiricisini ben gezdirmiştim. İngilizcem çok iyi idi. (Lise) Ve o yaz basılan kitabından bir tane de bana göndermişti. “Avustralya ve Yeni Zelanda’da yün ve koyun endüstrileri” adlı bir kitap. Onu çevirdim. Çok az bir kısmı kalmıştı… Sonbaharda üniversite başvuruları başladı. Kimya fakültesi bizim bütçemiz için ağır olacağından Ziraat Fakültesinin yatılı sınavlarına girdim. Aynı zamanda Gazi Eğitim resim bölümünü de kazandım. Ziraat Fakültesini tercih ettim. O zamanlar fakültede hoca olan ve değerli bir şair olan Selahattin Batu’ya çevirmekte olduğum kitaptan söz ettim. Çevirilere bir göz gezdirdi ve bir an önce bitirip kendisine ulaştırmamı ve bunu ders kitabı olarak fakülte yayınlarından basabileceklerini söyledi. Onu bitirdim, daktiloya çekmek kaldı.
Liseyi bitirir bitirmez evlenme teklifleri gelmeye başlamıştı. Ben, üniversiteyi bitirmeden evlenmeme kararıma rağmen içlerinden biri çok ısrarcıydı. Okula başladıktan bir buçuk ay sonra Seyfettin Kadıbeşegil’in evlenme teklifiyle karşılaştım. Sonunda babamı da razı etti.
O sıralar bakanlıkta meyvecilik şubesi müdürü idi. O zamanın şube müdürleri bugünün genel müdürleri gibiydiler. Atamaları, terfileri, bütçeleriyle özgür birer bölümdüler.Kendisi değerli bir kişiydi. Almanya’da  4,5 yılda 4 ihtisas yapmış ve meyveciliği seçerek Bakanlıkta gerekli atılımları gerçekleştiren şube müdürleri arasındaydı.
Sonuçta ne olduysa oldu ve fakülteye henüz başlamışken, evlenmeye niyetli olmadığım ve kendisini yeteri kadar tanımadığım halde “bir nisanda” evlendik. Yalnız şu şartla idi; “Fakülteyi bitirecektim!” O da bu isteğime karşı çıkmadı ama Ziraat Fakültesi dışında olmasını istedi. Herhalde, başarısız olursam fakültedeki arkadaşlarına mahçup olmak istememişti. O yaz hemen sınavlara girdim ve D.T.C.F İngiliz Filolojisine başladım. O sene sonunda bir oğlum olmasına rağmen (bir süre ara vererek) dört yılı başarılı bir şekilde sonuçlandırdım. Sınavlara fakültedeki arkadaşlarla  çalışmak için buluştuğumuzda oğlumla birlikte giderdik. Bir çok zorluklara karşın orayı bitirdim.

TÜRKİYE GELECEĞE UMUTLA BAKIYOR

O yıllar Türkiye çok istikrarlı bir dönemdeydi. Savaş yıllarında iç alım ve dış satım olayı az olduğundan devletin parası değerliydi. Fakülteye başladığım dönemde savaş bitmiş, kalkınma programları yapılmaya başlanmıştı. Türkiye demokrasi denemesi ile ikinci bir partiye kavuşmuştu. 1948’de 5 yıllık plan yapılmış ve özellikle meslek okullarına ağırlık verilmişti.
Türkiye, müzik, tiyatro genç elemanlarını yetiştirmiş yetenekli çocuklarını yeni bir yasayla yurt dışına göndermişti.
Şimdiki gençlere 1923-1950 arasını özellikle yapıcı kadroların (mühendis, mimar, ekonomist eğitilmiş eleman gibi) eksik olmasına rağmen nasıl bir özveriyle fabrikalar, yollar, demiryolları v.b. yapıldığı iyice anlatılmadı. Gençler o günün zorluklarını anlamalı ki, günün gelişen teknolojisi ile daha iyisini yapabilme özverisini gösterebilsinler. Onlara sadece, kurtuluş savaşı ve cumhuriyetin kuruluşu anlatıldı. Halbuki asıl öğretilecek şeyler ondan sonraki egemen bir ulusun kendi olanakları ile neler yapabildiğidir.
Bölge yatılı okullarının eğitimdeki etkisi nasıl yadsınabilir ki? Bunlar 1950’den sonra çoğaltılabilseydi bugün cahil insan kalmayabilirdi. Halkevlerinin kuruluşu, gençlerin o çatı altında toplanması, tiyatro, müzik, resim, konser, kayak ve diğer sporlar, dikiş, nakış vb. sergiler … o dönemin gençleri için dinamizmin merkeziydi.kitaplıklar her zaman gençlerle dolardı. Benim en çok gittiğim Bursa’da belediyenin karşısındaki Orhan Camiinin şimdi Kuran kursu olan bölümündeki kitaplıktı. Çok zengindi. Şimdi başka bir yere nakletmişler o kitapları. Öyle merkezi bir yerden başka bir yere nakil ancak insanları kitaplıktan uzaklaştırır.

BUGÜNÜN SIKINTILARI NEREDEN GELİYOR?

1950 Demokrat Partinin çoğunlukla iktidara gelmesiyle bazı değişiklikler başladı. Ama bunca yıl sonra o günleri anımsarken o yılların bazı yanlış adımlarının bugünün çelişkilerinin başlangıcı diye düşünüyorum.
Örneğin, her mahallede bir milyoner yapma vaadiyle gelenler bugünün çetelerinin temelini attıklarını, vatan cepheleriyle, sağcı-solcu, ilerici-gerici sloganlarıyla gençliği birbirine çatıştırmanın başlangıcı olduğunu düşünüyorum.
Bütün çocukluğum boyunca Bursa’da Türkçe ezan sesleri kulaklarımızı dolduruyordu. Ama 1950’den sonra Arapçayla karşılaştık.Köy Enstitüleri ve gençliğin bir çok şey öğrendiği Halkevleri kapatıldı.
1940-1950 arası Kayseri’de bir uçak fabrikamız varken ve motorunu da kendimiz yaparken 1950’den sonra bu kapatıldı. Kırıkkale fabrikasında en iyi kalite silahlar yapılırken sadece av tüfekleri ve küçük tabancalar yapılmaya başlandı ve silah maketleri yakıldı.
Paramızın değeri günden güne azaldı. Evvelce altına göre ayarlı olan paramız 1970’de dolara göre ayarlandı. Ve hızla enflasyon çukuruna battık.
Oysa, cumhuriyetin ilk 27 yılı ile sonrasındaki yılları ülkelerarası gelişmişlik yarışı ile kıyaslamak gerekir. O yokluk yıllarında Osmanlı borçları 1943’de tamamen ödenmiş, demir yolları yurdu çevirmeye başlamıştı. Bugün Avrupada en ucuz ulaşım demiryoludur. Halbuki biz hala 1950’lere kadar yapılanları kullanıyoruz. Bu bana ve benim gibi düşünenlere acı veriyor.
Köy Enstitüleri ise ayrı bir olaydı. Daha 1928’lerde Mustafa Necati tarafından tasarlanan ve 1940’larda çalışmaların tamamlanmasıyla faaliyete geçen köy enstitüleri köyden gelerek burada eğitilen ve yine köylerine giderek burada öğrendiklerini köylülere göstererek aktaran, köyden kalkınmayı sağlama düşüncesine dayanan, temel yapılanmayı amaçlayan bir tasarımdır.
Yüksek kısmına gidenler de öğretmen okulu düzeyinde olurlardı. O zamanlar öğretmen okulları öğretmen yetiştirme amaçlı okullardı. Sayı olarak yeterli olmadıklarından köyleri hem bilgi hem de tarım alanında geliştirmek köy enstitülerine düşüyordu.
Üniversiteye gideceğim yaz Merinos fabrikası laboratuarında çalıştım bir altı ay kadar. Ertesi yıl hem evli olduğum halde bir gün kapım çalındı ve Sümerbank o çalıştığım süreye ait bana düşen payı kapıma kadar göndermişti. Türkiye böyleydi işte!

ÖNCE BABAMI ARKASINDAN KOCAMI KAYBETTİM

1956 dan sonra istikrarsızlık dönemi başladı. 6-7 Eylül olayları, vatan cepheleri kurmalar, yasa değişiklikleri, gençliği harekete geçirdi. Bense yapmak istediklerimi yapamamanın vardığı baskıyla bir ara bunalıma girdim. Ve bir gazetede yazıişleri müdürü olan çocukluk arkadaşım Faruk Taşkıran’dan gazetenin sanat sayfasını düzenlemeyi istedim. Kabul etti. (Uzun süreler her gazetenin bir sanat sayfası olurdu) Hem haftada bir gün sayfayı hazırlıyor hem de çevirmiş olduğum küçük tefrikaları orada yayınlıyordum. (Delinin sığınağı, Geçmişteki gölgem gibi)
Bu arada gazetede vatan cepheleri üzerine şiddetli tartışmalar oluyordu. Ben bu cephelerle halkı bölmeye kimsenin hakkı olmadığını düşünüyor ve gazete sahibi ile tartışıyorduk. O Demokrat Partinin gazetesiydi.
O sırada erken seçimler oldu.(1957) Yine bir hayli tartışmalı günler Türkiye’yi zor günlere götürüyordu. O yaz babamı sonra da kocamı kaybettim.
Eşim o yıl tarım bakanlığı baş müşavirliğine terfi etmişti. Ama tedirgindi. Daha önceki bakan yine gelmiş ve kendi yokluğunda terfi edenleri yine eski görevlerine gönderme talimatı vermişti. Kocam buna çok üzüldü. Her ne kadar ona dokunma olanağı yoksa da bu durumlar onu rahatsız ediyordu.  Çünkü o, 30 yıllık çalışma hayatında diğer arkadaşları gibi hakkıyla o mevkilere yükselmişti. Türkiye yararına olmayan hiç bir şeye imza atmadığı, politik isteklere boyun eğmediği için istenmiyordu. Ama onun kararnamesi de cumhurbaşkanlığında imzalandığı için değiştirilmesi olanaksızdı. Kısa süre sonra (seçimlerden üç ay sonra) onu da kaybettim. Eşim vefat ettiğinde büyük oğlum Ahmet 16, küçük oğlum salim ise 3 yaşındaydı. Bense 32.
Yaşamımı düzene koymakta bir hayli zorlandım. Ama her zaman kendime uğraşacak bir şeyler buldum.

BU SEFER TİYATRO…

60 ihtilali geldi çattı. Bu, geçen son yılın olayları sonucunda kaçınılmazdı. Ben yeniden fakülteye yazıldım ve Tiyatro Tarihi ve Tenkidi Bölümüne başladım. İlk önce iki yıldı. Sonra 4 yıla çıktı. Aynı zamanda çevirileri sürdürüyordum ama bu sefer konum tiyatro üzerineydi.
1961’de ilk müzikal oyun Sandy Wilson’un “The Boy Friend” ini çevirdim.
Devlet Tiyatrosunda henüz müzikaller başlamamıştı. Oraya verdim. OK aldım ama 1968’e kadar bir türlü sahnelenemedi. Ancak o zaman özel bir tiyatroda Devlet Tiyatrosu desteği ile sahnelendi ve üç buçuk ay matine ve suare oynadı.
1963’den itibaren bazı genç yazar arkadaşlarla edebi tartışmalar yapıyor sonra bunları dergilerde değerlendiriyorduk. O dönemde Ankara’da çıkan Meltem ve Çaba dergilerinde yazan genç şair ve yazar arkadaşlar 15-20 günde bir bizim evde toplanır o ayki dergiler üzerinde değerlendirmeler yapardık. Bu toplantılara devam edenlerden bazıları;  Şahinkaya Dil, Aydın Karasüleymanoğlu,  ve eşi, Oğuz Tümbaş, Meltem dergisinin yönetmeni Mutlu, Sina Akyol, Sabahattin Çetin vd. Günlerim, okul, ev, çocuklarım ve çevirilerim arasında geçiyordu. Bu 1970’e kadar sürdü.

EMEKLİ MAAŞIMLA NE YAPILABİLİYORDU?

Ben çocuklarımla ilgilenmem gerektiğinden çalışma hayatına girmedim. Çünkü ekonomimiz henüz alt üst olmadığı için emekli maaşım lüks olmamakla birlikte normal yaşamıma yetebiliyordu. Öyle ki, 1963 den itibaren 3 aylık emekli maaşım benim trenle Londra’ya kadar gidip, 1,5 ayı orada geçirdikten sonra dönerken Paris’e ve Venedik’e ve çevresine uğrayarak Ankara’ya dönebilmeme yetiyordu. Tabii lüks bir şekilde değil. Pansiyonlarda kalıp her gün müze ve galerileri dolaşıp akşam da tiyatroya gidiyordum. Sirkeci-Londra gidiş dönüş 1200 lira idi. İstediğim yerde inip, istediğim kadar kalıp bir arkadan gelen trenle yoluma devam edebiliyordum.Bu düzen, 1974’den sonra zorlandıysam da 1976’ya kadar sürdü. Bu arada çocuklarımı okutuyor, evi geçindiriyordum.

ATILIM, OLUŞUM OLUYOR!

Türkiye hızla değişiyordu. İstikrarsızlıkla birlikte sosyal değişim, tartışmalar, 1960 Anayasasının tanıdığı haklarla meclise giren ilk işçi partililer… yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan solcu-sağcı çatışmaları… sonunda 1970’de asker yine duruma el koydu. Cumhuriyetin temel ilkelerinden ( ki bunlar CHP’nin 6 okunda toplanmıştı) yavaş yavaş sapmalar başlamıştı. Milli Nizam Partisi cami yaptırma dernekleri aracılığı ile halk arasında ilk din ayrımcılığı tohumlarını atıyordu. Sonunda kapatıldı, yerine Selamet Partisi kuruldu.
1970-1972 bir çok aydının zor günleri yaşadığı yıllardı.
Böyle zamanlarda halk genellikle umudu CHP de bulur. Ama ne yazık ki tam düzene konacağı zaman yeni bir seçim olur ve sağ kesim iktidarı yine ele geçirir. 1973 seçimleri CHP yi, MSP koalisyonu ile iktidara getirdi. Şimdi düşünüyorum da bu koalisyon MSP yerine Adalet Partisi ile olsaydı daha çabuk düzene girmez miydik? O kısa dönemde Kıbrıs olayı oldu, hükümet 9 ayda düştü. Nedenlerini tarihçilere bırakıyorum.
Biz toplantılara 1970 de ara vermek zorunda kalmıştık. 1972 lerde bir kaç arkadaş (Aydın Karasüleymanoğlu, ben, Ersun Tolunay, Şahinkaya Dil) bir dergi çıkarmak için bir araya geldik. Benim bu konuda bir bilgim yoktu fakat yapıcı bireydim ve üstesinden geleceğimden emindim. Fakat konuşmalar uzuyor bir karar veremiyorduk.
Sonunda derginin maliyeti ne olacak diye sordum. İki bankadan reklam alacağımızı söylediler. O zaman şu teklifi götürdüm. Dergiyi ben çıkaracağım ve derginin bütün sorumluluğu bana ait olacak. Onlardan yazı ve şiir alacağım ama en iyileri olacak.. aksi halde dergiye koymayacağım “darılmaca yok” dedim. Kabul ettiler.
Derginin ismi, bir çok isim arasından seçilerek önce ATILIM oldu. Klişelerini yaptırdım. Yazılar hazırlandı.

CEMAL SÜREYA VE OLUŞUM

O arada Türk Dil Kurumunda Abbas Sayar’ın “Yılkı Atı” ile aldığı ödül törenine gitmiştim. Herkes dağıldıktan sonra Ömer Asım bey bir kaç kişiyi kendi odasına davet etti. Yukarı çıkarken Cemal Süreya ile tanıştım. Konuşma sırasında yakında bir dergi çıkaracağımı kendisinin düşüncelerini almak istediğimi söyledim.
Ertesi akşam Siyasal lokalinde Abbas Sayar’a yemek vermek için 10 kişi kadar toplanmıştık. Aramızda; Osman Bolulu, Ali Püsküllüoğlu, Vecihi Timuroğlu, ben, Cemal Süreya ve tabii Abbas Sayar ve bir kaç kişi daha konuktular. Ben, Cemal Süreya ile dergi üzerine ciddi bir konuşmaya başladım. Sonunda bana şöyle dedi:
“Size bir teklifim var. Ben derginin başyazısını üstlenirim. Ama şiirleri ben seçeceğim”
Bu benim hayal bile edemeyeceğim bir teklifti. Tabii bu teklifi memnuniyetle kabul ettim. Ertesi gün buluşmaya karar verdik.
Ertesi gün Maliye Bakanlığındaki odasında ziyarete gittim. Yazıları inceledik. Beğendiklerini ayırdı. Şiirler ekledik ve ben yazıları matbaaya verdim.
Bir kaç gün sonra kendi yazısını almaya gittiğimde bana o günkü gazeteleri görüp görmediğimi sordu.
“Hayır” dedim.
Sonra bana Son Havadis gazetesini uzattı ve küçük bir başlık altında şöyle bir yazı vardı:”Atılım Türkiye Komünist Partisi organı”…
Halbuki, dergi ismi alınırken emniyette sıkı bir inceleme yapılıyor ve aynı adla çıkan bir başka dergi varsa isim verilmiyordu.
Cemal Süreya, “bu adı değiştirseniz iyi olur sonra ilerde sıkıntı çekersiniz” dedi. Ben hemen emniyete giderek gazeteyi gösterdim ve adı değiştirmek istediğimi belirttim. Daha önce ben OLUŞUM adını koymak istemiştim ama arkadaşları kıramamıştım. Hemen orada isim değişikliği yaptım ve o andan itibaren dergi OLUŞUM adıyla çıkmaya başladı.
Çok zevkli ama çok yorucu bir çalışma. Gelen mektupları ayırmak, şiir ve öykülerin basılabilir olanları ayırmak, dergide kullanılabilecekleri ayırıp dosyalamak, sonra gelenler arasından o sayı için kullanılacakları Cemal Süreya ile seçmek, matbaa, tashih, mizampaj, baskı ve dağıtım…Bunların hepsini tek başıma halletmek ne kadar yorucu bilemezsiniz. Bazen gençlerden redaksiyon veya dağıtım için yardım etmek isteyenler olmuyor değildi ama ya zamanında gelemiyorlar ya da fazla benimsemiyorlardı. Ama hepsi de OLUŞUM’un bir parçası olmaktan gurur duyuyorlardır eminim.

HAFTASONU SOHBETLERİ

1974’den itibaren dergi düzenli olarak çıktı. Her ayın birinci günü dergi kitapçılarda ve okuyucunun elindeydi.
Matbaa da bizimle aynı titizliği gösteriyor ve her ayın 28’inde elimizde olacak şekilde işlerini ayarlıyordu.Kalite matbaası sahipleri Metin ve İbrahim beyler benim bir hayli yükümü çekmişlerdir. Onlara çok şey borçluyum.
Ve bizim hafta sonu sohbetlerimiz başladı. Ankara’da bulunan bir kısım yazarlar; Vecihi Timuroğlu, Cahit Külebi arasıra Ali Püsküllüoğlu, Ceyhun Atuf Kansu, İstanbul’dan ara sıra gelen Edip Cansever, Buyrukçu, İzmir’den Nuran Hariri, bazen Ahmet Say… Şimdi birden anımsayamadığım 7-8 kişilik her zaman toplandığımız dostlar…
Daha sonraları arada bir genç yetenekli arkadaşlar bizlere katılırlardı.

ANKARA’da KÜLTÜR ATAŞELERİ

Bir de senede bir kaç kez evde kendi kısıtlı olanaklarımla hazırladığım kokteyle Ankara’daki bazı yabancı kültür ataşeleri de gelirler ve sanatçılarımızla bir yaklaşım olurdu.
Macarlardan İmre Sarkadi’ nin öykülerini çevirmiştim. Macar kültür ataşesi ile bu münasebetle tanıştım. Çok yakın dost olduk.Bir gün beni kültür ataşelerinin aylık yemeklerinden birine davet etti ve diğerleri ile de tanıştırdı. Ondan sonra her ay bu yemeklere davet edildim. Bu arada, Polonya, Rus, Çin, Tayland, Çek kültür ataşeleri dergiye yakın ilgi gösterdiler ve Türkoloji bölümlerine göndermemi istediler. Gönderdim.
Yıllar sonra İstanbul’da yapılan Türkoloji kongrelerinden birinde bildirileri izlerken bir tanesinin Türkçesi ve bildiri içindeki bazı pasajları bana yabancı gelmedi. Bildiriyi sunan misafir yerine oturunca kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. Yanıma geldi kendimi tanıttı, Moskova Türkoloji Enstitüsü Başkanı Tevfik Malikov du. Ben de kendimi tanıttım. Çok memnun oldu ve “dikkat ettiniz mi Oluşum’dan alıntılar yaptım” dedi.
Çok sevindim. Demek dergi dış ülkelerde değerlendirilebiliyordu.

DERGİYİ KAPATMAYI DÜŞÜNDÜM

Günler böyle dopdolu ve verimli geçiyordu. O sıralar Cemal Süreya İstanbul Darphane’ye tayin oldu ama yine ara sıra  OLUŞUM’a yazıyordu. Bu arada en yakın yardımcılarım Enis Batur, Şahin Yenişehirli, Füsun Akatlı yazılarıyla  Oluşum’a katılıyorlardı. Ara sıra Selim İleri uygun bulduğu yazı ve şiirleri gönderiyordu. Fakat ben çok yoruluyordum. Üstelik diğer çalışmalarım da vardı ve 1986 sonunda dergiyi kapatmayı düşündüm.
Bu haberi alan okurlar, derginin kapanmaması için bir hayli baskı yaptılar. Bunun üzerine dergiye yeni bir düzen verdim. Bizim sanatçılarımızı dış ülkelerde tanıtmak… Bu nasıl olacaktı? Tabii, Türkçenin yanı sıra yabancı bir dil katarak…

OLUŞUM’DA YABANCI DİLDE ŞİİRLER, ÖYKÜLER…

Böylece D.T.C.F. deki eski dost ve arkadaşlarım; Olcay Ömertoy,Yıldız Ecevit, Gürsel Aytaç, Gertrude Durusoy, v.b. le konuştum. Çevirileri Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca dillerine çevirmeyi üstlendiler. Türkçe tanıtma yazıları, öyküler, şiir ve hikayeler bu arkadaşlar tarafından yabancı dile çevrildi. Bu konuda Nuri Plümür’ün de bir hayli katkısı oldu.
1987 yazında önce şiirle başladım. Her sayı,(Yaz ve kış dönemi) öykü, tanıtım, resim ve müzikle ilgili olarak gelen yazılar hem Türkçe hem yabancı dilde değerlendirildi. Dergi yurt dışında üniversite ve Türkoloji bölümlerine gönderildi. Bir çok övücü yazılar aldım. Bazıları eski sayıları istediler. Gönderdim. Ama mali olanaksızlıklardan dolayı 5 sayı çıkarabildim.
Ve 1989’da dergi maceramı sona erdirdim.

BOY FRIEND İKİNCİ KEZ SAHNELENDİ

O yıl (1989) The Boy Friend ikinci kez sahnelendi. İlki 1968’de Devlet Tiyatrosunun katkısıyla özel bir tiyatroda sahnelenmişti. Baş rolde Jerry Stern ve Yüksel Örses oynuyordu. Orkestra şefi Brux idi.
Özel tiyatronun kıt olanaklarıyla çok iyi sonuç alındı. Matine ve suare olmak üzere 110 oyun oynandı ve beğenildi.
Bu beni daha iyi eserler çevirmeye yöneltti ve hepsi OK’den geçti. 1974’de S. Maughan’ın “Sadık Zevce” oyunu Bursa Devlet Tiyatsorunda rahmetli Âli Çelenk tarafından sahnelendi. Kostümleri sevgili dost Serpil Tezcan yapmıştı. Ankara’dan, Istanbul’dan bir çok dost açılışa geldiler. Bunlar arasında o yıllarda yeni çıkarmaya başladığım OLUŞUM dergisinin değerli yazar dostları, Cemal Süreya, Cahit Külebi, İsmet Kemal Karadayı ve T. Akdağ vardı. Oyun başarılıydı. Ertesi yıl perde yine onunla açıldı ve Âli Çelenk Ankara’da evime kadar gelerek ikinci yıl premiere’ine beni davet etti. Bu nezaketini hiç unutmam. Özellikle Boy friend’in ikinci kez İzmir’de sahnelenmesi sırasında yerimin bile olmayışı düşünülecek olursa… Onu sahneye koyan kişinin bu kadarcık bir onuru çevirmene çok görmesini de unutamıyorum. Belki başkaları bu gibi şeyler üzerinde durmayabilir ama bu benim için ve bütün tiyatro çevirenler için önemlidir. Çünkü, çevirmenin yapıtıolmazsa rejisör neyi sahneleyecek?
Bu nedenle yazar, çevirmen ve sahneleyen sıralamasına önem verilmeli ki bu uyum oyunu daha da çok etkili kılar.
Evet… Bekleyen bir çok oyunum var Devlet Tiyatrosunda. Belki bir gün sahnelenir umalım.
Hala çeviriyorum.. İkinci müzikalde hazır. Boy Friend’in devamı olan bir oyun. Oynarsa mutlu olacağım.

HATAY RESTORANDA RESİM SERGİSİ

Yarın bir sergim var. Yıllardır bizim Mehmet Işık Hatay’da bir sergi açmamı ister bir türlü olmaz. Bu yıl kararlaştırdık ve resimleri getirdim, yerleştirdim.
Hatay uzun yıllardır sanatçıların toplandığı bir yer. Önceleri Kadıköy’de idi. Şimdi Bostancı’ da. Salı ve perşembeleri şairler, yazarlar, sanat sevenler bir araya gelir, söyleşir, yeni şiirlerini okurlar. Salı günleri Salah Birsel’in çevresinde toplanırlar.
Yıllarca perşembeleri Cemal Süreya ve dostları hep orada idiler. Ben de Ankara’dan geldikçe katılırdım. Şimdi İzmir’deyim.
Resim çalışmalarım evlendikten sonra bir duraksama geçirdi. 60’larda yeniden başladım. O zamanlar pek satış düşünülmezdi.
Eşref Üren ile hem Kenan Özbel’in arkadaşı olması nedeniyle hem de Bursa Halkevindeki çalışmalarımıza ara sıra nezaret ettiği için daha yakındık. Orhan Peker’i de o sıralar tanımıştım. Kuğulupark yakınlarında bir yerde otururdu. Pek sık olmasa da Ankara’dan ayrılıncaya kadar görüşürdük.
68’lerde Sühendan Fırat ile tanıştım. O, U.F.A.C.S.I(Uluslararası Birleşmiş Kadın Ressamlar Derneği) nin üyesi idi ve Ankara’da da onun bir şubesini açmak istiyordu. Konuyu bana açtı, bir kaç arkadaş daha bularak derneği kurduk ve bir sergi açtık. Derneğin merkezi Vichy’deydi (Fransa) ve Türkiye 27. üye ülke idi. Temaslara başladık ve onları Türkiye’ye davet ettik. Ve bütün üyelerle bir sergi açtık 10 gün onları misafir ettik. Çok iyi izlenimlerle ayrıldılar. Ertesi yıl, biz, Vichy ve Clermond Ferrand’da açılan bienale katıldık. Ödüller alındı, tanışmalar oldu. Bu 1982’ye kadar devam etti.

RESMİ ANADOLUYA GÖTÜRMEK…

Sergi gündeme gelince, ben bir yandan da Anadoluda bazı il ve ilçelerle irtibat kurarak halkı resim sergisi görmeye alıştırmak amacıyla senede en az üç sergi açtım.
Kastamonu, Çankırı, Urfa, Kahramanmaraş,Malatya, Kayseri, Konya, Sivas, Mersin, Adana, Silifke, Balıkesir, Bursa, Kuşadası, Bodrum ve daha bir çok yer, bazılarında bir kaç kez…
Öyle yerlere gittim ki, halkı hoperlörle sergiye davet ettik. Herkes çok memnundu çünkü ilk kez dışarıdan gelen bir ressam orada sergi açıyordu. Hala daha, bu alışkanlığımı sürdürüyorum. 250’nin üzerinde yurt içi ve yurt dışında tablolarım odaları süslemekte… Renklerle baş başa kalmak beni dinlendiriyor.
Daha çok peyzaj ağırlıklı oluyor. Bir kaç tane de soyut tablo koyuyorum. Halkın ilgisini çekiyor ve soruyor.
Bence sanat bir sevgi işidir. Ağacı, çiçeği, insanı, hayvanı sevmek. Bence resim bu sevme işini söyleme şekillerinden biridir. Ama hep devinim içindedir. Buna sesli düşünmenin görsel karşılığı da diyebiliriz.
Ben renge önem veriyorum. Az sayıdaki renkler arasında zengin ilişkilere ulaşmak çabasındayım. Hayali peyzaj yapmam. Doğa ile bütünleşmeyi yeğlerim.
Plastik ögelerin başında ışık ve renk ilişkisi yatar. Işık ve renk iletişimi üzerinde dururum. Bu nedenle de doğanın içinde resim yapmak daha çok beni çeker.